Yazımızda; kendisini hepimizin severek dinlediği, kültleşmiş şarkılarından tanıdığımız
Zülfü Livaneli’nin bu sefer de yazar kimliğini ve 2009 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanan “Son Ada” adlı romanını ele alacağız.
Müziğiyle hali hazırda dünya çapında bir üne sahip olan Livaneli, politika ve edebiyat gibi çeşitli alanlardaki yeri ile de nam salmıştır. İşte bu çok yönlü kişiliğinin yansıması ve benimsediği dünya görüşünü de Son Ada romanında demokrasi, diktatörlük, insan hakları, Toplum Sözleşmesi, 12 Eylül Darbesi gibi konulara yaptığı göndermeler aracılığıyla görmekteyiz. Zaten bence romanın bu kadar ses getirmesinin en önemli sebebi de böyle sosyal ve politik gözlemlere yer verip bunlara ince atıflarda bulunması. Livaneli’nin sade bir dil kullanıp akıcılığı sağlamasının yanı sıra aslında anlatmak istediği şeyleri bunlar gibi atıflarla metne gizlediğini söylemek mümkün. Bu alegorileri anladığınızda ise kitap asıl değerini kazanıyor ve karşınıza yıllardır süregelen evrensel tartışmalara sebep olan konular çıkıyor.
Son Ada, isminin de belli ettiği şekilde bir adada geçiyor. Kitap; hepimizin aşina olduğu, Thomas Moore’un ütopyasının bir benzeri olan bu adanın tasviriyle başlıyor ve daha ilk cümlesiyle bize olay örgüsüne dair ipuçları veriyor:
“ ‘O’ bir gün çıkıp gelene kadar, ‘en iyi korunan sır’ dediğimiz yeryüzü cennetinde huzur içinde yaşayıp gidiyorduk.”
Thomas Moore’un savunmuş olduğu görüş kitap boyunca okuyucuya empoze ediliyor ve insanların özünde iyi olarak dünyaya geldiklerini ancak değişen güç dengelerinin ve hırslarının onları kötüye yönelttiği gözlemleniyor. Dolayısıyla kitap; insanların bu adada dış dünyadan bihaber, kendi hallerinde, tüm maddi manevi hırslarından ve kaygılarından arınmış bir şekilde, sağladıkları barış ve huzur ortamında yaşadıklarının anlatılmasıyla başlarken bu düzenin dağılması ve dengelerin bozulması ile çarpıcı bir şekilde ilerliyor.
Saklı cennet niteliğinde, birçok doğal güzelliğe ev sahipliği yapan bu ada; yıllar önce birinin ev alması ve kendi dostlarını da burada yaşamaya ikna etmesi ile insan yerleşimine açılıyor ve yalnızca kırk haneden oluşan bir yerleşke olarak kalıyor. Anlatıcının eşi Lara hariç diğer karakterler de yaşadıkları hanelerin numaraları ile isimlendirilerek karşımıza çıkıyorlar.
Konu alınan bu ada halkı, yıllardır hem kendi aralarında hem de adanın bir diğer yerlileri olan martılarla vardıkları sessiz bir anlaşma sonucu, kimsenin birbirinin varlığından rahatsızlık duymadığı -bu betimlemenin öneminin yazımın devamında daha anlaşılır olacağını düşünüyorum- mükemmel bir uyum içerisinde yaşıyor. Böylesine sağlıklı ve uyumlu bir düzenin oturtulduğu “Son Ada”da maalesef bir gün tüm bu yaşam altüst oluyor. Kitabın seyrini tamamen değiştiren, bir nefeste okuyacağınız satırlar da tam bu noktada; darbe dönemi başkanlarından birinin adaya taşınması ve o ana kadar en ufak bir tartışmaya bile konu olmamış bu dinginliğe, yanlış anlamlandırdığı demokrasi kavramını empoze etmesiyle başlıyor. Hitabet yeteneği oldukça güçlü olan bu başkan önceleri ada halkının duymak istediklerini onlara vererek ve kendilerini güç ve söz sahibiymiş gibi hissettirerek manipülatif bir tutum sergiliyor. Kitap boyunca süren yıkıcı hedeflerini de, bu tutumla bölmüş olduğu halktan, getirdiği sözde demokratik düzenden ve yine kendi yanlış “medeniyet” anlayışından yararlanarak yavaş yavaş gerçekleştiriyor. Bu da aslında “Bahsettiğimiz kadar özgür düşüncelere sahip olup olmadığımızı, kendi doğrularımızı savunmaya dair duyduğumuz sözde cesaretimizi ve en iyi yönetim biçimi olan demokrasiyi yeterince düzgün bir şekilde, toplumun yararına yönelik olarak objektif esaslara göre mi yoksa yalnızca dönemin hakim, yönlendirilmiş görüşüne göre mi yorumladığımızı” okuduğumuz her bir satırda tekrar tekrar düşündürtüyor.
Başkan için ada halkının kuralsız hayatı o kadar yabancı bir fikir ki bu düzeni ilkellik olarak nitelendirip adaya medeniyet getirmeyi hedefliyor. Maalesef başkanın medeniyet anlayışı adaya çok pahalıya mal oluyor ve halkın elindeki bu zenginliklerin geri dönülemez bir şekilde kaybına sebep oluyor. Önce bir komite oluşturuyor ve kendinin de en deneyimli kişi olduğunu kabul ettirerek yine başkanlık sıfatının sahibi oluyor. Sonra ise ada halkına oldukça uzak olan silah ve koruma gibi unsurları bir anda bu topraklara getirerek halka birbirlerine duydukları güveni sorgulatıyor.
İşin kötüsü, bir zaman sonra komitedeki insanlar başta olmak üzere, verilen kararlardaki kendi hakimiyetlerini gören kesim, yanlış olduğunu fark etseler bile başkanı desteklemeye devam etmeye başlıyorlar. Diğer yandan ise aydın olarak nitelendirilen iki üç kişi hariç halkın geri kalanı, çoğunluğun ve baskıcı yönetimin karşısında sindirilerek sessiz kalıyorlar. Bu susturulmuşluğu, başkanın “Halk dediğin değişken bir şeydir. Bugün böyle davranır, yarın tam tersini yapar. Teşvik ve tehdide bağlı…” sözlerinden de anlamak mümkün. Bu söylem, Livaneli’nin göndermelerinden birini oluşturmaktadır. Öyle ki demokrasinin basamak olarak kullanılabileceği ve bu sebeple en optimal düzen olarak nitelendirmenin doğru olup olmadığı hakkındaki görüş ayrılıkları da tam olarak bu söylemden kaynaklanmakta ve korkuyla sindirilerek manipüle edilmiş çoğunluğun verdiği kararların doğruluğu ve demokrasinin bir amaç değil de güçlünün elindeki bir araç olarak mı kullanıldığı konusu yıllardır tartışılmaktadır.
Bu sürecin sonunda ada halkı arasında ilk defa bölünmeler gerçekleşiyor, yani ada cennet olmaktan çıkıp hepimizin bildiği ve yorulduğu o sıradan dünya haline geliyor. Ancak bardağı taşıran son nokta ise yazımın başında da bahsetmiş olduğum, ada halkının o çok sevdiği martılara karşı verilen savaş kararı oluyor. Birçok okur, günlerce sürecek bu martı katliamını okurken geçmişten günümüze gözlemlenen birçok olguyla da benzerlik kurmanın mümkün olduğu kanaatinde: Zaman zaman gelişim, değişim, insan hakları gibi temel kavramların suistimal edilmesiyle, insanoğlunun bitmek tükenmek bilmeyen hırsı ve öfkesiyle ama en çok da “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığı ile görmezden gelinerek sebep olunan olumsuzluklarla...
Martıların da karşılık vermesiyle iyice şiddetlenen bu savaş sonucu, ekolojik sistem de geri dönülemez bir şekilde bozuluyor ve geriye sadece yanmış bir kara parçası ve pişmanlıklar kalıyor.
Bence Livaneli kitap boyunca insanın doğayla olan anlamsız ve yenilgi dolu savaşını ve hayatımızda önemli bir yere sahip olan evrensel kavramlara verdiğimiz anlamları, içimizdeki iyi-kötü algısını ve değer yargısını yansıtılabilecek en etkileyici şekilde okuyucuya aktarmış. Bu sebeple, okuyan herkesi derinden etkileyecek bir kitap olduğunu düşünüyor ve henüz okumamış olanlara da şimdiden iyi okumalar diliyorum!
“Aynı denizde, aynı çevre koşullarında yaşayan köpekbalıklarının kötü, yunusların iyi olmasını neyle açıklayabilirdik? Aslında köpekbalığı neye göre kötü, yunus neye göre iyiydi? Belki de iyilik ve kötülük diye bir şey yoktu.’’
Sanat Hukuku Enstitüsü Proje Direktörü
Zelal Gürses
Comments